14 Mart 2016 Pazartesi

Osman Evcan’dan Uygarlık ve Sanayileşme Üzerine Mektup - Birinci Bölüm

Vegan-anarşist tutsak Osman Evcan 2014'te bir mektup göndermişti. Mektubunda kurban edilen canlılara, Ortadoğu’da yaşamı dar eden hak ihlallerine ve sanayileşmenin çevreye yıkıcı etkisi gibi konulara değinen 16 sayfalık bir yazı da ekliydi. Bu yazının ilk bölümü hayvan,kadın ve LGBTİ özgürleşmesi üzerine.

" Türcü, cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi, dinsel-mezhepçi, sınıfsal katliamlara, sömürüye, tahakküme, zulme karşı eşitlik, özgürlük mücadelesini yükseltelim.
Hayvanların doğaüstü güçlere kitlesel düzeyde bayram düşüncesiyle kurban edilerek öldürülmesine karşı çıkalım.
Geçen yıl Kurban Bayramı'nda toplam 851 bin 948 büyükbaş ve 2 milyon 331 bin 917 küçükbaş hayvan kesildi.
Bu yıl Kurban Bayramı'nda kesilecek 1 milyon 207 bin 608 büyükbaş hayvan ve 3 milyon 645 bin 918 küçükbaş hayvan bulunuyormuş.

Yukarıda belirtmiş olduğum sayıları sadece ülkemizde kurban bayramında kesilen sayıdır. Müslüman ülkelerde kesilen hayvan sayısı bu sayının 3-4 katı fazladır.

Hayvan türünün insanlar tarafından bu şekilde topluca ve bayram sevinci ve mutluluğu içerisinde topluca kesilmesi, hayvanlara zulüm, işkence uygulanması türler arası eşitsizliğin ve şiddetin dışavurumudur. Tanrıya adanan hayvanların acı, işkence, zulüm görerek öldürülmesinin bayram sevinci içermeyeceği malum. Fakat, hayvanlara zulüm, işkence yaparak onları topluca kesip tanrıya adayıp kurban edilmesinin İslam inancı içinde olan insanlarda nasıl bir secince, mutluluğa dönüştüğünü anlamakta zorlanıyorum. İnsanlar zulüm, işkence, katliam yaparak nasıl mutlu olabiliyorlar ve bayram sevinci yaşayabiliyorlar. Bu durumu ruhsal bağlamda daha derinlikli sorgulamamız gerekiyor…

Evet insan türü sadece hayvanlara yönelik zulüm, işkence, katliam yapmıyor. İnsan kendi türüne yönelik de aynı şekilde zulüm, işkence, katliam yapabiliyor. İnsan türünün oluşturmuş olduğu onbinlerce yıllık tarihi incelediğimizde süreç irili ufaklı savaşlarla geçmiştir. İnsan türünün kendi türüyle sürekli olarak savaşmasının, kendi türüne zulüm, işkence uygulamasının, kendi türünü öldürmesinin nedenlerini de az çok insanlar bilince çıkarmışlardır. İnsan davranışlarını inceleyen psikanalizm, insanın ürettiği bu şiddet ve yıkıcılığın kaynağını insanın sömürgen ve şiddet üreten bir doğaya sahip olmasıyla açıklamış olur. Evet
insan türünün sömürgen ve şiddet üreten bir doğaya sahip olması onu fazlasıyla bencil kılar. Bu bencillik onu kıyıcı bir katillik davranışına da sürükler. Ve bu nedenle insan türü gezegenin tüm zenginliklerini ele geçirmek için şiddet üretir, savaşlar çıkarır. İnsan türünün bu bencilliği şiddet ve savaş çıkarmakta sınır tanımaz. İnsan türünün bencil ve sömürgen doğası sınır tanımayan şiddet ve savaş üretme yetisine, gücüne sahiptir. Bu yıkıcı, yokeden insan doğası sadece hayvan türünü sömürmez. Hayvan türüne şiddet uygulamaz. Hayvan türü ile birlikte kendi türüne de şiddet ve sömürgenlik uygulamış olur. Sahip olmak güdüsü, sömürgenlik güdüsü, bencil davranmayı içerir. Bencillik ise şiddet ve saldırganlığı, yıkıcılığı, zoru, zulmü, tahakkümü, öldürmeyi oluşturur.

Kısaca ifade edecek olursak; sömürgenlik güdüsü, sahip olmak güdüsü, bencillik güdüsü şiddet edimini, saldırganlığı, yıkıcılığı üretiyor. Şiddet ve saldırganlık güdüsü, edimi ise sömürgenliğin devamını sağlayıp, üretmiş oluyor. Bu iki edim ve süreç birbirini üreten, oluşturan ve birbirini varkılan olgulardır. Biri diğerini, diğeri de öbürünü zincirleme bir süreç içerisinde yeniden üretmiş, varkılmıştır.

İnsan türünün hem kendi türü ile hem de hayvan türü ile ve doğayla girdiği ilişkinin niteliği insanın bu sömürgen ve şiddet üreten doğasıyla bağlantılı olarak ele alıp değerlendirilebilir. ( Tabiki insanın sözkonusu bu sömürgen ve şiddet üreten doğasından arınma çabası ve mücadele içinde olması gerekmektedir.)

Hayvanların binlerce yıl insan türü tarafından eti için besin maddesi olarak öldürülüp yenmesi türler arası ilişkilerin eşitsizliğini, sömürgenliğini, tahakkümünü, tutsaklığını ve öldürülmesini kanıksar hale getirmiş oldu. Bu kanıksanmış ilişki ve varoluş biçimi gezegenimizde insan merkezli hegemonyanın hayvanlar üzerinde oluşmasını tarihsel olarak oluşturmuştur. Binlerce yıldır hayvan türü üzerinde oluşturulan sömürgen tahakkümcü, şiddete dayanan ilişki ve varoluş biçimi insanlar tarafından çok doğal bir davranış olarak kanıksatılmıştır.

Yaşamakta olduğumuz gezegenimizde hayvanların insanların çıkarlarına uygun düşecek; besin maddesi, işgücünden yararlanılması, bedenlerinden kullanılacak eşya maddesi yapılması türcü sömürgenliğin, şiddetin normal bir davranış biçimi haline dönüşmesini tarihsel süreç içerisinde sağladı. Kanıksanmış, normalleştirilmiş bu türcü şiddetin ve sömürgenliği türler arası eşitsizliği ve tutsaklığı da tarihsel süreç içerisinde normal hale dönüştürdüğünü algılayabilmekteyiz.

Binlerce yıllık insanlık tarihinde hayvanlarla kurulan ilişkiler hayvanların mülk-mal olarak sahiplenilmesini oluşturmuştur. Mülk, mal olarak değerlendirilen hayvanlar bu ilişkilerden zarar gören taraf, tür olarak şiddete, yokoluşa, sömürüye uğratılmıştır. İnsan türü ise bu ilişkiden karlı çıkan taraf. Tür olarak sömürgenliğini ve şiddetini somut kılmıştır. Onbinlerce yıldır eşitsizliğe, tutsaklığa dayanan bu ilişki biçimi statü haline getirilmiştir. Bu kanıksatılmış ilişki ve varoluş biçiminin statü haline dönüştürülmesinin sorumlusu insan türünün bencil, sömürgen ve şiddet üreten doğasıyla bağlantılı bir olgu olduğunu ifade etmek istiyorum.

Hayvanlar üzerinde kurulan, oluşturulan bu tarihsel eşitsizliği, tutsaklığa dayanan ilişki ve varoluş biçimini ( ki türcü sömürgenlik ve şiddet içeriyor ) sorgulayabilmeliyiz. Türcü saldırganlık, şiddet, sömürgenlik içeren davranışlarımızı irdeleyip yeniden değerlendirip gözden geçirebilmeliyiz. Çünkü
insan türü, biyolojik oluşum olarak hayvan türünden farklı değildir. Evrimsel oluşuma insan da bir birey olarak kökenimizin hayvan türüne dayanmakta olduğunu da ifade etmek istiyorum. Biyolojik tür olarak hayvanların çektiği acıların hepsini biz insanlar da aynı şekilde bedenlerimizde duyumsayabiliyoruz. Hayvanlara çektirdiğimiz acılara, zulme, işkenceye, şiddete, sömürüye son verelim
Hayvanlara yönelik eşitsizliğe, tutsaklığa son verelim. Onların üzerinde kurduğumuz otoriter, tahakkümcü, hiyerarşik ilişkilere son verelim. Onların kaderini biz insanların belirlemiş olmasına son verelim. Hayvanların da yaşayan canlı bir tür olarak kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olabilme hakkına, özgürlüğüne sahip olabilmelidirler. Gezegenimizde artık bu bilinci oluşturabilmeliyiz. Bu bilinci oluşturabildiğimizde yeryüzü, yaşamının şiddetten, sömürüden, zulümden, kurumsallaşmış hiyerarşik, otoriter, ilişkilerden fazlasıyla arınabileceğini düşünüyorum.
Ülkemiz farklı inançlara sahip topluluklardan oluşuyor. Müslüman inanca sahip topluluklar nüfus yoğunluğu olarak daha fazladır. Bununla birlikte doğa üstü yaratıcı güce inanan farklı dinlere sahip topluluklar da bulunuyor.  Hıristiyan inanca sahip topluluklar, Yahudi dinine inanan topluluklar. Alevi inancına sahip topluluklar. Süryani ve Ezidi inancına sahip toplulukları da sayabiliriz.

Belirtmekte olduğum bu dinsel inanca sahip toplulukların dışında dinsel inancı olmayan, doğaüstü yaratıcı güçlere, tanrılara inanmayan ateist bireylerin evrimci felsefeyle olan mantıksal bağlılıklarını içeren geniş topluluklar da bulunuyor. Evrimci felsefeyi benimsemiş bireyler, topluluklar, doğanın tek üretici-yaratıcı güç olduğunu düşünürler. Bu düşünceden hareket ederek de doğanın üreten, vareden, yaşatan, besleyen, barındıran üretkenliğine biz ateistler, evrimciler sonsuz derecede sevgi, saygı duyarız. Bu yaşatan, üreten, barındıran, hayat içeren doğanın varlığını korumak için çabalarız. Çünkü
doğa var oldukça biz insanlar ve öteki canlılar da var oluruz. Doğa yok oldukça bizler de yok oluruz. Bu olumlu-yapıcı bilincimizle doğaya zarar vermeyecek bir biçimde uyumlu bir birliktelik ve içiçelik içerisinde yaşamaya özen gösteririz.

Biz ateistler, evrimciler doğaüstü yaratıcı güçlere, tanrılara inanmadığımızdan onlara hiçbir canlıyı adak olarak kurban etmeyiz. Olmadığına inandığımız doğaüstü yaratıcı güçlere, tanrılara canlıları kurban olarak adamanın olumlu bir davranış olmadığını düşünürüz.
Günahlarının karşılığında tanrılara rüşvet sunulmasının etik bir davranış olmadığını da vurgulamış olayım. Bu bağlamda kurban kültürü etik bir uygulama değildir. Onca suç, günah işleyip sonra da cehennemde yanma korkusuyla kendilerini değil de başka masum canlıları olmadığını düşündüğümüz tanrılara kurban olarak adamanın hiçbir ahlaki içeriğinin olmadığını da düşünüyorum. Adil bir davranış, tutum, tavır içermiyor kurban adama kültürü…
Ülkemizde yaşayan Müslümanlarla birlikte dünyanın başka ülkelerinde yaşayan Müslüman topluluklar, İslam kültürüne göre yılda bir kez Kurban Bayramı kutlaması yaparlar. İslam dininin inancı içerisinde Tanrıya hayvanları keserek kurban adamış olurlar.

Tarihin önceki yıllarında insanlar, doğaüstü güçlere korkuları nedeniyle çocuklarını, yakınlarını ya da başka insanları kurban olarak sunuyorlardı. İşledikleri suçlar nedeniyle korkuyorlardı. Bu korkuları nedeniyle ve tanrılar tarafından affedilme düşüncesiyle doğaüstü güçlere,  tanrılara çocuklarını, yakınlarını ya da başka insanları rüşvet niteliğinde sunmaktaydılar. Kurban kültürünün içeriği tanrıları kandırmayı amaçlar. Adil ve etik bir tavır, davranış içermez. İşlenen suçların karşılığında cezalandırılmamak için başka masum canlıların kurban olarak tanrıya hediye olarak, rüşvet olarak sunulması eylemidir.
Tarihin ilerleyen yıllarında ise tanrıya sunulan kurbanlarda canlı türler olarak değişimler yaşanmış oldu. Artık topluluklar, kabileler kendi çocukları, yakınları ve kabile üyesi insanlar yerine hayvan türlerini tanrılara kurban olarak adamaya başlamışlardır. İslam dininin oluşması ve İslam kültürünün yaygınlık kazanmasıyla birlikte kurban kültüründe bir alışkanlık ve törensel ayinler de kutlama haline dönüşmüş oldu. Kabilelerin, toplulukların doğaüstü güçlere, tanrılara kurban adama kültüründe insan türünden hayvan türüne geçiş süreci tarihsel bir olgu olarak böyle bir dönüşüm yaşamış oldu.

Müslüman toplumlarda tanrıya kurban adama törenleri her yılın içinde belirlenmiş olan günlerde Kurban Bayramları niteliğinde bayram şölenleriyle ve sevinciyle yapılmaktadır. Bu belirlenmiş günlerde maddi durumu iyi olan varsıl aileler satın aldıkları hayvanları kestirerek günahlarından da arınmayı amaçlamış olurlar.

Bayram kutlama sevinciyle hayvanlara zulüm, işkence, acı çektirerek hayvanların kesilerek tanrıya kurban olarak adanılması bu kültürün tuhaflığını, adaletsizliğini, ahlaki olmayan yanını ortaya koymaktadır.

Suçsuz, masum hayvan türünün yaşamlarına kitlesel düzeyde şiddet uygulayıp, acı-zulüm-işkence ile yaşamlarına son verilmesi, ve bunu bayram sevinci, mutluluğu içerisinde törensel ayinlerle yapılmasının adil bir davranış, normal bir davranış, etik bir tavır olmadığını algılamaktayım ve düşünmekteyim.

Hayvanların kesilerek tanrıya kurban edilme anında, hayvanların çektiği acıyı, işkenceyi, zulmü hayvanlar fazlasıyla bedenlerinde duyumsuyorlar.
Hayvanlar kendilerine tattırılan bu acının zulmün farkındadırlar, bilinci içerisindedirler. Bu nedenle zarar göreceklerini, zulüm göreceklerini algılayabiliyorlar. Zarar görmemek, zulme uğramamak için işkencecilerin, katillerin elinden kurtulup kaçmaya çalışmaktadırlar. Kaçabilenler kaçıyorlar. Fakat bu kaçış çare olmamaktadır işkence ve zulüm görmelerine. Çünkü kısa sürede peşlerine kalabalık bir avcı topluluğu düşmüş oluyor. Bu avcı topluluğunun ellerinde silahlar, sopalar, demir çubuklar bulunuyor. Ve kaçmanın da fazlasıyla cezasını çekmiş oluyorlar. Kıyasıya sopalarla dövülüp işkenceye maruz bırakılıyorlar. Bıçak darbeleriyle yaralanıyorlar. Arabaların arkasına iple bağlanıp sürükleniyorlar Olmadık işkencelerle karşı karşıya kalan bu bireyleri fazlasıyla üzüyor, acı çekmemize neden oluyor. Hayvanlara yapılan bu zulmü, işkenceyi, eziyeti, katliamı vegan bireyler olarak kınıyoruz. Bu vahşi, barbarca uygulamalara son verilmesini insanlık adına talep ediyoruz.
Hayvanların yaşamdan yana tüm bu canhıraş çabalarına, mücadelesine rağmen; onları etleri için topluca mezbahanelerde keserek öldürmeye devam ediyoruz. Yine deney amaçlı bilimsel ve ticari faaliyetlerde denek olarak kullanıyor, acı çekmelerine neden olabiliyoruz. Hayvanların işgüçlerinden yararlanmak amacıyla onları kölece tutsaklaştırıp zor-şiddet kullanarak çalıştırıyoruz. Tanrılara topluca kurban olarak adıyoruz. Hayvanları sirklerde eğlence aracı olarak kullanabiliyoruz ve acı çekmelerine neden olabiliyoruz. Hayvanları yine av nesnesi olarak silahlarla vurup öldürebiliyoruz.

Sokak hayvanlarına yönelik kapsamlı bir saldırganlık, şiddet, zulüm, tutsaklık, tahakküm ardı arkası kesilmeden uygulanmaktadır.

Hayvanların aşağı bir tür görülüp, varlıklarının insan türünün yaşamsal çıkarlarına göre biçimlendirilmesi türcü sömürüyü, şiddeti, zulmü, tahakkümü oluşturmaktadır.

Yukarıdaki bölümlerde ifade etmiştim; geçen yıl "Kurban Bayramı"nda 851 bin 948 büyükbaş ve 2 milyon 331 bin 917 küçükbaş hayvan kesilip tanrıya adak olarak kurban edilmiş. ( Bu sayı sadece bizim ülkemizde sınırlıdır. )

Bu yıl "Kurban Bayramı"nda kesilecek 1 milyon 207 bin 608 büyükbaş hayvan ve 3 milyon 645 bin 918 küçükbaş hayvan sayısı bulunuyormuş.

Milyonlarca hayvanın duyumsayacağı acıyı, işkenceyi, zulmü biz vegan bireyler, kendi ruhumuzda, bedenlerimizde duyumsayabiliyoruz. Bu nedenle empatik düşünerek, davranarak hayvan eti ve hayvansal ürün tüketmiyoruz. Hayvan türüne yönelik bu türcü şiddeti, sömürüyü, zulmü, tahakkümü, katliamları kınıyoruz. Hayvan eşitliği ve özgürleşmesi için vegan mücadele bilincinin yaşama kültürünün geliştirilmesinin türler, cinsler, sınıflar, milliyetler, ırklar arası eşitliğin, özgürleşmenin oluşmasına olumlu etki sağlamış olacağını öngörebilmekteyiz.

Cinsiyetçi eşitsizliğe, tutsaklığa, sömürüye, zulme, şiddete, katliamlara hayır!
Kadınlara yönelik cinsiyetçi erkek şiddeti ve sömürü ile hayvanlara yönelik türcü şiddet ve sömürünün içeriğinde mülkiyetçi, bencil erkek saldırganlığı ve sömürüsü vardır.
Yeryüzü yaşamında türler içerisinde erkek hegemonyasına dayanan ve erkek cinsiyetinin egemenliğini içeren bir iktidarlaşma, güç oluşturma ilişkisi vardır. Cinsler arası ilişkilerde eril cins, baskın, otoriter, tahakkümcü bir gücü oluşturur. Dişi cinsler ise, eril otoritenin gücüne, iktidarına mutlak bağlıdırlar ve itaate zorlanırlar. Dişi cinsiyete sahip canlılar cinsler arası ilişkilerde mülkiyet, mal, eşya, nesne derecesine indirgenmiş olur. Doğa, toplum yaşamında eşitsizliğe, tutsaklığa dayanan bu cinsler arası ilişki insani, adil bir ilişki içermez. Eril cinsin mutlak bir otoritesi ve tahakkümü vardır. Hiyerarşik ilişki oluşturulmuştur.

Toplumsal yaşamımızda ve ilişkilerimizde cinsiyetçi eşitsizlik ve tutsaklık aile içinde, çalışma yaşamında, mülkiyet ilişkilerinde, eğitim, öğretim, sanat-kültür, siyaset yaşamında erkeğin kadına karşı mutlak egemenliğiyle sürdürülür.
Erkek cinsiyetinin belirlemiş olduğu bu hiyerarşik, tahakkümcü ilişkiye göre kadın cinsel bir nesne konumuna dönüştürülmüştür. Kadın cinsel bir nesne olarak erkeği mutlu eder. Çocuk doğurur. Çocuğunu büyütür. Ev işlerini yapmakla görevlendirilmişlerdir. Kadınlara bu mekanlar içerisinde yaşama, varolma hakkı tanınmıştır. Erkek ise bu işlerden muaf tutulmuştur. Kadınların yaptığı bu işleri erkekler cinsiyetçi zihniyetle yapmak istemezler. Toplum ve devlet yaşamı ve ilişkileri, erkeğin kadın işlerini yapmasını hoş karşılamaz. Oluşan cinsiyetçi kültür erkeğin ev işlerini yapmasını reddeder. Erkek otoritesin zedelenmesi ve kırılması hali olarak değerlendirilir ev işlerinin yapılması…Dolayısıyla da ev işlerini sahiplenen erkekler 'kılıbık' ya da 'kadınsı' olarak aşağılanmış olurlar.

Aile içerisinde kadının konumu ve statüsü böyle bir yaşama indirgenmiştir. Ayrıca oluşturulan böyle bir aile kurumunda erkek ailenin yöneticisi ve sözü mutlak olarak dinlenmesi gereken kişi olarak belirlenmiştir. Eşitsizliğe dayanan aile ilişkilerinde kadın kocasına mutlak bir biçimde bağlıdır ve itaat etmesi gereken cinstir. Kadından istenen; bir yaşam boyu erkeğine mutlak ve kölece bağlılık, itaattir. Kadına ayrılma hakkı tanınmaz. Ayrılma hakkı ve istemi "namus" sorunu olarak algılanır ve erkek tarafından cezalandırılır.

Kadının aile ve toplum yaşamı içerisindeki yeri, konumu, statüsü; erkeğe mutlak bir itaati bağlılığı içerir. Cinsiyet eşitsizliğine dayanan ve hiyerarşik ilişkileri içeren bu cinsler arası ilişkilerde kadın ezilen, sömürülen, tutsaklaştırılan, tahakküm altına alınan cins konumundadır. Kadınların cinsiyet konumlarına göre şekillendirilmiş, belirlenmiş bu yaşama, varoluş biçiminde erkek cinsi baskın taraf olarak hep hükmeden, yöneten, itaat edilen eril gücün kurumsallaşmasını; iktidarını sağlamlaştırmasını sağlamıştır. Eril gücün, otoritenin kadınlar için şekillendirilmiş olduğu bu  kölece hayat biçimi ve ilişkiler toplumsal gelenek, görenek, töre ve kültür haline dönüştürüldü
. Tarihsel süreç içerisinde, şekillenen ve kurumsal ilişkiler haline dönüştürülen kadının cinsiyetçi sömürülmesi ve köleleştirilmesi toplumsal töre, gelenek, görenek, kültürel davranış biçimi olarak topluma dayatılmış ve kanıksatılmıştır. Topluma dayatılan, kanıksattırılan cinsiyet eşitsizliği ve tutsaklığı bir ahlaki değer olarak sunulmuştur. Eril cinsin mutlak otoritesine ve egemenliğine dayanan, eril cinsin çıkarlarına göre şekillendirilen bu 'ahlak' algısı ve anlayışı 'namus', 'iffet' gibi kavramlarla da sürekli olarak topluma sunulmakta, pompalanmaktadır. Tabi bu sunuş ve pompalama toplumda bilinç çarpıklığını, zihinsel kafa karışıklığını, ahlaki dejenerasyonu sağlamayı amaçlamaktadır. Tabı bu sunuş ve pompalama toplumda bilinç çarpıklığını, zihinsel kafa karışıklığını, ahlaki dejenerasyonu sağlamayı amaçlamaktadır. Dejenere bir özellik içeren cinsiyetçi bu eril ahlak ve namus algısı kadına yönelik şiddeti, saldırganlığı, sömürgenliği töre, gelenek, görenek olarak meşrulaştırma çabası içerisinde oluyor… Toplumun ve onun yönetim aygıtı devlet kurumunun 'namus' , 'ahlak' algısı ve anlayışı kadını cinsel nesne konumuna indirgeyen cinsiyet eşitsizliğine, köleliğine dayanan bu eril 'ahlak' ve 'namus' algısı ve anlayışıdır.

Kadınlara yönelik erkek cinayetlerinin arkası kesilmeden devam ediyor.

Kadının özgürleşme ve eşit yaşama hak istemleri erkekler tarafından şiddet, terör, saldırganlık ve öldürme eylemleriyle karşılık bulmaktadır.

Aile, toplum, devlet yaşamı içerisinde kadını cinsiyet eşitsizliği ve tutsaklığı içerisine hapseden eril cinsiyetçi zihniyetin 'namus' , 'ahlak' algısı ve anlayışı töre, gelenek, görenek olarak kadına dayatılmaktadır. Kadınlar toplum yaşamı içerisinde oluşturulan cinsiyetçi eşitsizliğe, tutsaklığa karşı isyan bayrağını açmışlardır. Haklarını alabilmek için ve eşit-özgür ilişkiler içerisinde yaşayabilmek için mücadele etmektedirler. Erkek tutsaklığını ve cinsiyetçi sömürü düzenini reddeden kadınlar, tepki olarak erkeklerin şiddetine, terörüne, saldırganlığına maruz kalmaktadırlar. Ülkemizde hemen hergün onlarca kadın sevgilileri, erkek kardeşleri, babaları ve erkek akrabaları tarafından 'namus' , 'ahlak' , 'töre' gerekçesiyle öldürülüyorlar. Kadınlara yönelik erkek saldırganlığı, şiddeti, terörü, katliamlar yıllardır ardı arkası kesilmeden devam etmektedir. Kadınlar, erkeklerin zihniyet şekillenmesine göre cinsel nesne konumundadırlar. Cinsel nesne konumuna indirgenen kadınlar bu halleriyle erkeğin mülkiyeti konumundadırlar. Mülkiyet nesnesi olarak algılanan kadınlara erkeklerin yaklaşımı otoriter, tahakkümcü, hiyerarşik yaklaşımdır. Cinsiyetçi eşitsizliğe ve sömürüye karşı direniş gösteren, mücadele eden ve haklarını korumaya çalışan kadınlar, erkek egemen toplum yaşamının ve düzeninin korunması ve devamlılığı için sürekli olarak erkek şiddetine, terörüne, katliamlarına maruz kalmaktadırlar…
Kadınlara yönelik sistematik erkek saldırganlığı ve terörü sonucu ülkemizde her yıl 300-400 kadın katledilmektedir. Binlerce kadın ise erkek şiddeti ve terörü sonucu yaralanmaktadır. Ülkemizde 2014 yılının ilk dokuz ayında 200-250 kadın erkek şiddeti, terörü sonucu yaşamlarını yitirmiş oldular. Ve toplum yaşamımızda bu saldırıların ardı arkası kesilmesen devam etmektedir. Kadınlara yönelik erkek şiddetinin, saldırganlığının, terörünün, katliamlarının temel nedeni; cinsiyet eşitsizliğine, tutsaklığına dayanan aile, toplum, devlet düzenini korumak ve sürdürmektedir.
Kadınlara yönelik uygulanan erkek şiddetini, terörünü ve katliamlarını kınıyoruz, lanetliyoruz. Kadınları erkek tutsaklığından ve sömürüsünden kurtulup özgürleşmeleri için kadınları haklı mücadelelerini destekleyebilmeliyiz. Kadınları, eşitlik-özgürlük mücadelesinde yalnız bırakmayalım!
Heteroseksist şiddete, teröre, katliamlara karşı mücadele edelim.
LGBTİ bireyleri eşitlik, özgürlük mücadelesini destekleyelim.
Toplumsal yaşamımızda farklı cinsel yönelimler ve kimliklere sahip LGBTİ bireylere yönelik heteroseksist şiddete, teröre, katliamlara karşı aktif bir mücadeleyi bilince çıkarıp toplum yaşamımıza yayabilmeliyiz.

LGBTİ bireylere yönelik nefret söylemlerinin ve uçlarının son bulması için toplumsal bilinçlenmeyi ve mücadeleyi geliştirebilmemiz gerekiyor.

LGBTİ bireylere yönelik saldırganlığa, şiddete, katliamlara sessiz kalmayalım. Nefret suçu işleyen kişilerin hem toplum vicdanında hem de hukuken adil bir biçimde yargılanmaları için gerekli duyarlılığı, çabayı, mücadeleyi, yapabilmeliyiz.
LGBTİ bireylerin cinsel yönelim ve cinsel kimlik mücadelesi genel eşitlik, özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır. Bu bağlamda LGBTİ bireylerin cinsel yönelim, cinsel kimlik mücadelesinin başarısı için onların mücadelesine destek verelim. Onlarla yardımlaşma, dayanışma içinde olabilelim.

Toplum yaşamımızda tutucu, geleneksel ahlakçı, heteroseksist saldırganlığa, şiddete, katliamlara karşı sessiz kalmayalım. Bu katliamları, şiddeti, terörü lanetleyelim, kınayalım. Toplumsal vicdanımızda yargılayıp mahkum edelim. "

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder